6 Şubat 2012 Pazartesi

MUSTAFA HOCA

Dostlar, biz dünyaya nizamat vermekle meşgulken bu dünya var ya; bu fani dünya, yine bir büyüğümüzü daha bizden uzaklaştırdı.
        Her gün bir acı haberle uyanıyoruz. Daha birisinin acısını unutmamışken bir çınarın daha devrildiğini duymak ne kadar acı bir bilseniz. Daha kaç gün olmuştu bilmiyorum Sivaslıların Çılhıdıhlı Hocası Hakk’a yürümüştü.
 O Çılhıdıhlı Hoca ki ilerlemiş yaşına rağmen hala İslami ilimlerle uğraşıyor, gelen öğrencilerini okutmaktan geri durmuyor, onlarla her halükarda haşır neşir oluyordu. Bizim merhum Mehmet Molla Hocayı kastediyorum. Uzun yıllardır okuduğu Arapçasını isteyen herkese aktarıyor arzu edenlere de Kur’an-ı Kerim dersi veriyordu. Hem de zevkle, iştiyakla. Bunları duyduğumuzda “Allah uzun ömürler versin” derken  aniden vefatını duyunca sarsılıyoruz. Tabii ki her gelen gidecektir, her doğan ölecektir. Ama bu gibi zatların ölümleri bizim gibi sıradan insanların ölümlerine benzemiyor. “Bir alimin ölümü, bir alemin ölümü gibidir” fehvasınca, onların yerlerinin doldurulamayacağı zehabıyla insan çok hayıflanıyor. Yalnız yetiştirdiği talebelerinin onu unutmayacağı, devamlı ona rahmet okuyacağı ümidiyle de müteselli oluyoruz.
         Henüz onun acısını atlatamadan bir hocamızın daha Hakk’a yürüdüğünü duydum. Benim aziz hocam, Sivaslıların Deli Mustafa Hocası da yok artık. Duyduğum zaman şaka zannettim. Ama Azrail (A.S) ın hiç kimseye şaka yaptığını duymadım. Bir zaman tesirinden kurtulamadım haberin. Ama gerçekti, yapacak bir şey yoktu. Bir zamanlar nasıl hareketli yaşadıysa, son zamanlarda da hayli durgundu. Etliye sütlüye karışmıyor, pek ortalıkta görünmüyordu. Oysa öyle miydi bir zamanla?. Her konuştuğu darb-ı mesel, her hareketi bir olay oluyordu. Onu bizim nesil arasında tanımayan, onunla konuşmayan hemen hemen yok gibiydi.
          Onu çocuk denecek bir yaşta tanıdım. İmam Hatip Okulunun bir veya ikinci sınıfında okuyordum. O da yanılmıyorsam Dede Balı muhitinde Yeşil Cami diye bilinin bir mescidde İmam-Hatiplik yapıyordu. Gerçi bu cami onun vazife yaptığı camilerden yalnızca bir tanesiydi. Bir çok camide vazifelendirilmiş, hangi camiye gitse orayı şendendirmişti. 12-13 yaşlarında ondan ders almaya başladım. Hemen her yaz tatilinde değişmeyen adresim hocanın yanı idi. Emsile,Bina,Maksud,Avamil,İzhar gibi Arapçanın gramer kitaplarını ondan okudum.
        Vaiz Ahmet Efendiden çok uzun yıllar ders almış, sonunda icazet alarak talebe okutmaya başlamıştı. O daha çok Arapça okuturdu. O zamanlar cami hocalarından Arapça okumak bilhassa İmam-Hatip talebeleri tarafından yaygındı. Zannederim biraz da gerekliydi. Okuldaki Arapça derslerinin altından kalkamayanlar cami hocalarının kırık dökük Arapçalarına müracaat ederler, böylece ikmale kaldıkları dersleri geçmeye uğraşırlardı. İşte Arapça dersi veren hocaların en meşhuru Mustafa Hocaydı. Kimseye yok demez, her geleni okuturdu, üşenmeden, beş kuruş talep etmeden. Bütün zamanlarını talebeleri alırdı. O da bu işten çok zevk alırdı. Onun talebeleri arasında kimler yoktu ki. İsterseniz birkaç tanesini hatırlamaya uğraşalım: Prof. Dr. Hüseyin Akkaya, bir zamanların en hızlı siyasetcisi Doç. Dr. Abdüllatif Şener, Doç .Dr. Hakkı Aydın, şimdilerde AKP İl Başkanı Zeki Kılıç, marangozların piri Salih Kavak, Mustafa Akın ve daha bir çok tanıdık sima. Herkesin Mustafa Hocayla unutulmadık hatıraları vardır ve yeri geldikçe her mecliste anlatılmaktadır. Hocamız sık sık cami değiştirdiği için biz talebeleri de onunla birlikte taşınır dururduk. Böylece bir çok mahallenin bir çok camisinde ayak izlerimiz mevcuttur.
         Rahmetli ders verirken kendisine mahsus usülleri kullanırdı. Zaten Arapçanın bütün kaidelerini okuta okuta ezberlemişti. Onun kulağını çekmediği veya “ otur, kalk!” diye verdiği komutlara uymayan talebesi hemen hemen yok gibidir.
          Derslerinden arta kalan zamanlarda da kendince siyaset yapardı. Taş gibi MSP.liydi. O zaman ki tabirle müthiş Selametçiydi. Akıncı gençlerin bulunduğu her toplantıda bulunur, olayları kendi görüşüyle hatta kendi üslubuyla yorumlardı. Ve bu yorumlar her yerde konuşulur, kahkahalarla anlatılırdı.
           Hocamızın cebinde hiç para bulunmazdı. Paraya ihtiyaç da hissetmezdi. Çünkü her mecliste ona para harcatmayacak talebeleri bulunur, hiç kimse onun elini cebine attırmazdı. Zaten oda Müstoğun kızından bu hususta müşteki olurdu. Anladığınız kadarıyla Müstoğun kızı, onun muhterem eşiydi. Ondan çok çekinirdi. Fakat yine de ne hikmetse onun üstüne ikinci bir evlilik de yapmıştı. Nasılsa bu evlilik de çok kısa sürmüş, çok sevdiği ikinci eşi kısa bir zaman sonra geldiği gibi geri dönmüştü.
         Cuma günleri hocamızı ayrı bir telaş alır, Cuma Hutbesinde neler anlatacağını düşünür, bazı sözlü hazırlıklar yapardı. Müftülük tarafından hazırlanan hazır
hutbelere hiç itibar etmezdi. Her Cuma  hemen aynı şeyleri  cemaate sıralar, heyecanlanınca ne dediğini bilmez, daha önce gıyabında hoşlanmadığı bazılarına ver yansın eder, onları bazen dört ayaklı varlıklara benzetir, onların boynuz gibi. kuyruk gibi azalarına müracaat ederek zooloji bilgisinin de kuvvetli olduğunu hissettirirdi Bu hutbeleri can kulağıyla dinleyen olduğu gibi böyle de olmaz ki canım diye sızlananlar yok değildi ama gene de taşın kendilerine değeceğini varsayarak hiç seslerini çıkarrmazlardı. Her Cuma günü camisi tıklım tıklım dolar,erkence yerini almayanların çoğu dışarıda kalırlar,bazen karda kışta namazlarını dışarıda eda ederlerdi.
        Yine bir gün Sivas’ın meşhurlarından (o da rahmetli olan) Rafat’ın Oğlu’nun :”La gardaş beni daha bu camiye getirmeyin” ,”niye” diye soranlara da hocanın bazı teşbihlerini kastederek, “baksana oğlum hoca beni tanıdı, hep bana bakarak konuşuyor” dediği rivayet edilmektedir.
         İsterseniz hocanın hutbesi hakkında Eyüp Sarıoğlu ağabeyimizin sözlerine kulak verelim. Şöyle anlattı bana:
          - Mustafa Hoca Zincirli Camiinde İmam, ben de onun müezziniydim. Her Cuma günü camimiz tıklım tıklım olurdu. Onu duyan, bilen Cuma günleri uzaktan yakından camiye gurup gurup gelirdi. Hoca da hutbelerde bazen ölçüyü kaçırır, aşka gelince nerede duracağını pek kestiremez hutbeyi uzattıkça uzatırdı. Bazı dostlar hoşlarına gitse bile işlerine yetişmeleri gerektiğini, bunun için hutbeyi kısa tutması için hocaya söylememi benden isterlerdi. Ben de birkaç defa “Hocam bu böyle olmuyor, camimiz çok kalabalık oluyor, sıkışan cemaatler sıcaktan, izdihamdan bunalıyorlar, şu hutbeleri biraz kısaltsan” diye hocaya söyledim, hatta kendi usulümce hocayı biraz da sıkıştırdım. O da tamam Sarıoğlu söz, kısaltacağım, yalnız söz uzayınca sen bana doğru dikkatle bak, ben anlarım dedi. Anlaştık. O Cuma hutbeye başladı, aynı minval üzere gidiyor. Coştukca coştu, isteyenlerin isteğine, hak edenlerin hakettiğine göre şerbet veriyor, asıyor kesiyordu. Baktım hutbe gene uzayacak, konuştuğumuz gibi hocanın gözlerine doğru dikkatle bakmaya başladım. Fakat hoca oralı bile değil, hiç benden tarafa bakmıyor. Bir baksa bakışlarımdan anlayacak. Kesinlikle bana bakmak şöyle dursun benden tarafa bile yönünü dönmüyordu. Ben, konuştuklarımızı unuttuğunu zannettiğim anda bana doğru dönerek, yüksek tonda bir sesle “Sarıoğlu hiç gözlerime bakma, iki çift sözüm kaldı, onu da söylemeden inmem Allah canımı alsın”, dedi. Tabii cemaatin nasıl güldüğünü tahmin edersiniz.
         Hocamın 12 Eylül askeri darbesinden sonra bazı ihbarlara dayanılarak kısa bir süre hapishaneye girdiğini, orada ki durumunu da bizzat yanında bulunanlardan bazıları hikaye etmektedir. Zaten 12 Eylül darbesinden sonra pek keyfi de kalmadı. Askeri idare ona pek müsamaha göstermedi.O da kısa bir zaman sonra İmam_Hatiplikten malülen emekli oldu.
                                     
          Onun her mecliste anlatılan hatıraları vardır. Ve her mecliste anlatıla anlatıla değiştirilmiş, sözleri tanınamaz hale gelmiştir. Onun fevri davranışları yanında engin bir bilgisi, erişilemez pratik bir zekası da vardı. Ezberinde yüzlerce Arapça ve Farsca beyit vardı. Bazen bunlardan okur, büyük bir vukufiyetle tercüme ederdi. Her bir beyit hikmet doluydu. İşte o zaman onu dinleyenler, Mustafa Hocanın, nasıl Mustafa Hoca olduğunu anlarlardı. Yoksa bir iki hal ve hareketini görüp onu değerlendirmek mümkün değildi. Onu tanımak için her yönünü incelemek lazımdır. Ondan ders almış bunca kelli felli insanın bir bildiği vardı mutlaka. Yıllarca  Naim Hoca, Ofli Hoca diye bilmediğimiz hocaların fıkralarını dinler dururuz da bizim hocayı tanımak için onun anlattığı hikayeleri, kıssaları, fıkraları ve veciz ifadelerini  tartıp düşünemeyiz.
         Yine Hocaefendinin  kendisine tıpatıp benzeyen bir de ikiz kardeşi vardı. Adı Şaban Efendi idi. Onun hocalıkla pek ilgisi yoktu, sanırım esnaftı. Hatta gençliğinde Şaban Efendinin bazı davranışlarını Hocaya mal edenleri ikna etmek onun bir çok zamanını alırmış. Şaban Efendi, hocaefendiden yıllarca önce vefat etti. Önceleri rahmetliyi görünce biz bile hocamız zanneder, elini öpmeye davranırdık.
         Siz onun her cemaatin içinde lafını sözünü esirgemediğini düşünürsünüz ama o, bazı meclislerde hiç konuşmaz sadece iki dizi üstünde sessizce otururdu. O meclis de Hocası Vaiz Ahmet Efendinin bulunduğu meclislerdi. Vaiz Ahmet Efendiye sonsuz bir saygı duyar, o sormazsa kesinlikle konuşmak için ağzını açmazdı. Hatta bazen soba gibi, büfe gibi aksesuarların arkasında oturarak hocasını dinlerdi. Onun hocasına karşı duyduğu nihayetsiz saygıyı böyle ifade
etmesine herkes şaşardı.
        Yıllar sonra hocamızın isminin Ramazan olduğunu öğrendim. Ramazan Orhan. Bilmem nedendir Mustafa Hoca diye şöhret bulmuştu. Küçükken köyde kafasına at çifte vurmuş, ondan sonra bazı hadiseler karşısında gösterdiği kimi ölçüsüz tepkileri ona bir de “deli “  lakabını   kazandırmıştı. Zaten kendisi de bu lakaba kızmazdı. Kimbilir belki de yiğit lakabıyla anılır diyerek, hiç aldırmazdı.
         Ben yıllarca ondan ders aldım. Ondan oluşturduğum temelle üniversite bile bitirdim. Her fırsatta onun elini öpmeyi, helalliğini almayı ihmal etmedim. Her karşılaşmamızda ona gösterdiğim saygıya bakar, bana kemal-i ciddiyetle davranır, halimi hatırımı sorardı. Kendisine laübali davrananlara da aynıyle mukabele ederdi. Son zamanlarda onunla görüşmek nasip olmadı. Nereden bilebilirdim ki hocam sessiz sedasız, kimseye haber vermeden çekip gidecek. İnanasım gelmiyor. Hele hele cenazesine yetişip son görevimi bile yapamamak beni kahrediyor. Ne olur, affet beni hocam.
          Hocam artık yok. O şimdi başka bir alemde. Sivas’tan bir yıldız daha kaydı. Ne diyebiliriz ki. Ne yapabiliriz ki onu bir daha unutmayalım. Benim aklıma bir şey gelmiyor.
          O, bazı meclislerde senin Hakkı’n, Senin Tahir’in, Senin Ahmed’in, Senin Selahaddin’in bunları bilmez, diye cümleler kurar, söylediklerinin adını andığı hocaların kulağına gitmelerini arzu ederdi. İyi biliyorum ki onlar da duyunca tebessüm ederler, bazen de şaka yollu veya tevazu olsun diye onu destekler mahiyette açıklamada bulunurlardı. Aslında en sevdiği bu hocalara birer nükte yollamaktı niyeti. Kasdettiği isimleri sizler de tanırsınız. Onlar da medrese usulü klasık Arapça dersleri okutan şehrimizin emekli ve seçkin imam-hatiplerinden Hakkı Binici, Tahir Bölükbaşı, Ahmet Akgül ve İlahiyat Fakültesi öğretim üyeliğinden emekli Selahaddin Yılmaz’dı. Bunları da burada saygıyla anmak isterim.
           Şimdi kim nükte yollayacak bu hocalara? O bizi, herkesi, eşini, dostunu ve tüm sevenlerini nükteleriyle, konuşmalarıyla, davranışlarıyla, hareketleriyle güldürürdü. Hocaefendi, bizi ilk defa üzdü desem, acaba yanlış mı  söylemiş olurum?
            Artık Sivas’lıların Çılhıdıhlı Mehmet Molla hocası yok, Deli Mustafa hocası yok.
            Çınarlar birer birer devriliyor.
            Siz çınarların kaç senede yetiştiğini biliyor musunuz?
             Sahi siz hiç çınar ağacı yetiştirdiniz mi?
             Cenab-Hak her ikisinin de makamını cennet eylesin.
                                                                                 KASIM DEMİR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder