Bu günlerde bir şarkı söyleniyor, radyolarda televizyonlarda. Şu Fatih Kısaparmak var ya, o yazmış babasına. ” Bu adam benim babam/ Sekiz köşe kasketiyle/ Omuzunda sekosuyla/ Cebinde yok parası/ Bafradır cigarası/ Yüreğinde yarası “ diye devam edip gidiyor. Fena da yazmamış. Bu şarkının sözlerini duyunca gayrı ihtiyari benim babam aklıma geliyor. Şüphesiz herkesin babası iyidir, hasdır. Ama
benim babam Fatih Kısaparmak’ın babasına pek benzemiyor galiba.
benim babam Fatih Kısaparmak’ın babasına pek benzemiyor galiba.
Benim babamın sekiz köşe kasketi yoktu. Omuzunda seko mu dur, nedir ondan da yoktu. Öyle fazla bir parası da yoktu. Bafra cigarası da içmezdi. Daha doğrusu hiç cigara içmezdi. İçenlerden de hazzetmezdi.
Benim babam çok mütevazi biriydi.
Kalabalıklar içerisinde bile kendini unutturur, sessiz sedasız yaşamayı severdi. Kendine, kendi yaşayacağı gibi bir dünya inşa etmiş, dünyasının etrafını muhkemce çevirmişti. O dünyasının sınırlarını aşmadan yaşadı ve öylece de ahirete intikal etti. Allah mekanını cennet eylesin.
Benim babamın adı Ahmet Turan Demir’di. Dostları, sevenleri ve tanıyanları ona Duran Hoca derdi.
Bizi iki oda bir sofa tabir edilen bir kerpiç evde büyütmüştü. Hem de (varlık!) içinde. O, sefalet edebiyatı yapmazdı, yapanı da sevmezdi. O, şükür adamıydı. Bu yüzden midir nedir bir gün aç kalmadık, bir gün susuz kalmadık. Bir gün muhanete muhtaç olmadık. Belki paramız olmadı ama perişan da olmadık.
Ben Erzurum’da okudum, hem de 10 sene. Bu on sene zarfında bir ay olsun bana para göndermediği olmadı. Babamın cüz’i maaşının bitmek tükenmek bilmeyen bereketiyle bir gün açlık, bir gün susuzluk görmedik. Elbiselerimiz son model değildi ama yine de hiçbir tarafımız açık değildi. Elbiselerimiz eskise “baba bana elbise al” diyemezdik, zaten elbise lazım ise babam alır, diyerek, hiçbir şeye aldırmaz geçer giderdik.
Benim babam, çok yiğit bir adamdı.
Babam çok cesur değildi. Korkak hiç değildi, yalnız hesaptan çok korkardı. İlahi hesabın konuşulduğu yerde rüzgara kapılan yaprak gibi titrerdi. Bu gibi korkuları hariç, çok yiğit adamdı. O, benim yanımda olduğu zaman hiç kimseden korkmazdım. Onunla nerede birlikte bulunsam, kendimi dağ gibi hissederdim. Yapamayacağım iş yok zannederdim. O’nun yabancı biriyle kavga ettiğine bir gün şahit olmadım. Aslında babamın falan kesleri dövmesini çok istediğim halde, onu kavga ettirmeye maalesef hiçbir zaman muvaffak olamadım. Eğer kavga etseydi, iyi biliyorum ki herkesi döğerdi. Dedim ya babam yiğit adamdı, hiç kimse ona kötü bir laf söyleyemezdi. O da kimseye söylemezdi. Aslında ben çocukken onun kavga ettiğini, görmeyi ne kadar arzu ettiğimi bir bilseydiniz.
Benim babam,bir sükunet adamıydı.
Konuşmaktan ziyade sükutu ile tanınmış bir insandı. Toplum içerisinde daha çok dinlemeyi sever, sormazlarsa sohbete hiç de karışmazdı. Suskunluğu ile cemiyette bir yer edinmişti. Hem de çok sağlam bir yer.
“ Söz bilirsen sözün söyle ondan ibret alsınlar
Söz bilmezsen sükut eyle seni insan sansınlar”
Diyerek hep susmayı tercih etmişti rahmetli. Bu sözü bir yerde okuyup beğendiğini söyleyerek çocuk yaşta bize de ezberletmişti. Şimdi düşünüyorum da demek ki diyorum, bizim de çokça susmamızı istiyordu. Zaten yanında lüzumsuz hiç konuşamazdık. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey söylemişsek onun meşhur bakışlarından bir çam devirdiğimizi anlar, hemen susardık. Onun zamanında pek konuşamadım ya, acaba şimdi, geçmiş günlerin acısını mı çıkarıyorum, diye zaman zaman da düşünmüşümdür.
Benim babam,kimsesiz bir adamdı.
Dört yaşında yetim kalmıştı. Babasını hiç hatırlayamazdı. Annesi yani rahmetli babaannem ikinci evliliğini yapmış, babam rahmetli (tam yerinde bir tabirle) babalık eline kalmıştı. İsterseniz bu kısmı geçelim, bildiklerim bana kalsın, eminim ki rahmetli sağ olsaydı çocukluğunun bu kısmının herkes tarafından bilinmesini istemezdi. Evet evet kesinlikle istemezdi.
Benim babam, bir hak hukuk adamıydı.
Bırakın hak yemeyi, hiçbir kimsenin, hiçbir kimse tarafından hakkının yenmesine razı olmazdı. Çünkü o, zengin bir babanın çocuk yaşta fakir kalmış bir yetimiydi. Çocuk yaşta rahmetli annemle evlendirilmiş, sefaletine rahmetli annem da ortak olmuştu.
Kendi müstakil yuvalarını annemle birlikte dişleriyle tırnaklarıyla kurmuşlar, orada yokluk içerisinde, çocuklarını kimseye muhtaç olmadan büyütmenin çarelerini araştırmışlardı.
Benim babam, çok dindar adamdı.
Çocuk denecek yaşta namazına başlamış, köy hocasından ders almış, kısa zamanda bir köy imamı olacak kadar camide ezan okuyup, namaz kıldırmaya başlamıştı. Ve bir gün köy hocasız kalmış, sembolik bir ücretle (yani teneke hesabı şu kadar buğdayla) köy imamlığına, muhtar ve ihtiyar heyeti tarafından teklif gelince istemeyerek razı olmuştu. Kimbilir belki de ağlayarak, layık değilim diyerek Rabbinden af dileyerek.
Köy Koruculuğu, Ramazan İmamlığı, Sivas’ta amelelik, Harmancılık ve şimdi de Köy İmamlığı yapmaya başlamıştı. Cenab-ı Hakk lütfetmiş, babamın bundan sonraki hayatında belirleyici olacak imamlık müessesesine babamı da dahil ederek, hem maddi ve hem de manevi koruması altına almıştı.
Benim babam,çok azimli bir adamdı.
Kendi kendine harfleri alt alta üst üste getirerek okumayı öğrenmiş, daha önce öğrendiği Kur’an Harflerinin fonksiyonlarını düşünerek Türkçe okuma ve yazmasını geliştirmişti. Bunu da kafi görmeyerek bir güz mevsiminde daha fazla dinini öğrenmek, hatta gerekirse Arapça okuyarak iyi bir köy imamı olmak gayesiyle Sivas’a gelmiş, 25-30 yaşlarında Sivas’ta önce Hacı Hamid Efendiden, onun vefatıyla da Erzurum’lu Vaiz Ahmed Efendi’den Arapça dersleri ile fıkıh ve akaid dersleri almaya başlamıştı. Daha doğru dürüst işlerini yoluna koymadan,görevlisi rahatsızlanan Çatalpınar Camiine müftü tarafından geçici görevli olarak tayin edilmiş, zaten yaşlı ve uzun zamandır da hasta olan hocaefendinin vefatıyla buraya imtihanla asil görevli olarak tayin edilmişti. Bu arada hariçten ilkokul bitirme imtihanlarına katılarak diplomasını almış ve aynı şevkle ortaokul imtihanlarına hazırlanmaya başlamıştı. Artık uzun zamandır köyde mecburen bıraktığı annem ve ablalarımın Sivas’a göç etmelerinin heyecanını ve sevincini siz düşünün. Nereden nereye?
Bu görevde babam tam 23,5 sene kalmış,başka hiçbir yere gitmeden buradan emekli olmuştur. Yine Vaiz Ahmed Efendiden Arapça derslerine devam etmiş, bu dersler onun için tatlı bir uğraş olmuş ve öğrenci arkadaşlarıyla bir arada kalarak ufkunun açılmasına gayret etmişti. İşte bu küçük camideki imamlığın bereketi mi, şükrünün bereketi mi veya annemin kanaati mi, kimseye muhtaç olmadan bu günlere geldik. Hamd ü senalar olsun.
Benim babam, çok edepli ve saygılı biriydi
Değil alim ve zahid kimseler, kendinden yaş itibariyle küçük olan kimselere bile saygı duyar, onları saygıyla, sevgiyle karşılar ve yolcu ederdi. Ben Sivas Müftüsü Merhum İbrahim Arıkan Hocaefendinin adını ilk defa babamdan duydum. Merhum Hacı Hamid Efendinin, Albay Şevki Efendinin adını devamlı hürmet ve muhabbetle yad ederdi. Hele Vaiz Ahmed Efendinin adını duyduğu zaman saygı ile toparlanırdı. Halen (Allah uzun ömür versin) hayatta olan hocam Vaiz Ahmed Efendi Sivas’ta ikamet etmekte ve çevresine manevi olarak ışık saçmaktadır.
Merhum İbrahim Arıkan’ın, Merhum Hacı Hamid Efendinin ve Merhum Albay Şevki Efendinin hizmetlerini bir ömür saymakla bitiremedi. Bazen heyecanlanır,gözleri dolarak;
-Bu hocalar bu memleketin sahipleridir. Hiç kimsenin cesaret edemediği günlerde soğuk cami köşelerinde okuttukları çocuklar ,bu gün Sivas’ın her köşesinde dini mübini İslam için çalışmaktadırlar, Allah onlara rahmet eylesin derdi.
Hakikaten hiç de vazifesi olmadığı halde Merhum Hacı Hamid Efendi küçük bir cami köşesinde başına topladığı çoğu kimsesiz, fakir köylü çocuklarına Sarf, Nahiv, Fıkıh ve Hadis okuturmuş. Bu çocuklar ki çoğunun okuması yazması olmadığı halde onlara Arapça’nın en çetrefilli ve zor kaidelerini öğretirler,cami köşelerinde, hısım akraba evlerinde, çoğu kere de cami odunluklarında sabahlayan bu gençlerin ,her türlü ihtiyaçlarına koşar, bu suretle ellerinden tutarlarmış.
Hele bir de Albay emeklisi Merhum Şevki Efendiden bahsederdi. Gayrı resmi olarak eski Paşa Caminin veya herhangi bir caminin fevkanesinde başına toplanan fakir köylü çocuklarına Kur’an okutup, hafız yetiştirirmiş. Bu gün bile bu hafızlardan bir çoğunu tanıyorum. Bunlar bu emeklerinden dolayı hiç kimseden bir kuruş talep etmezler, karşılığını yalnız Cenab-ı Hak’tan talep etmek suretiyle, hizmetlerini yılmadan, usanmadan sürdürürlermiş.
Hele adını yukarıda zikrettiğimiz Müftü İbrahim Arıkan Hocaefendi de, bu iki hocaefendinin okuttuğu, icazet verdiği öğrencileri Sivas’ın mescidlerinde Hademe-i Hayrat olarak görevlendirir, onların nasiplenmesine vesile olurmuş. Zaten bu üçü Sivas Müftülüğü Tevcih Komisyonu üyeleriymiş.
Daha sonra zamanla Hakk’ın rahmetine kavuşmuşlar, onların bayrağını Erzurum’dan ilimize naklen atanan Ahmet Yılmaz Hocaefendi devralmış ve talebelere aynı surette dini ilimler tahsiline uzun yıllar devam etmiştir. İşte babam da önce Hacı Hamid Efendi ve onun vefatından sonra da Vaiz Ahmed Hocaefendinin talebesi olmuş, uzun yıllar adını duyduğum İzhar,Kafiye,Molla Cami v.s.gibi dersleri ondan okumuştu.
Benim babam çok abid ve zahid bir adamdı.
Her fırsatta evde kıldığı vakit namazlarını dahi mutlaka cemaatla kılardı. Eğer evimizde cemaat olacak kimse olmazsa hasta ve felçi olan annemi arka tarafına oturtur, kendisi önde, ona imamlık ederek namazını eda ederdi. Yatsı namazını kılar kılmaz, vakit geçirmeden yatmayı arzu ederdi. Ve gece yarısını biraz geçer geçmez, sessizce yerinden kalkar abdestini alır, bir zaman namaz kılardı. Sonra eline tesbihini alır bir köşeye çekilirdi . Elinden düşürmediği bir evrad_ı şerifi vardı, onu odasında ışığı yakmadan ezberden okumaya başlardı. Annemin zaten pek kulağı duymadığı için evradı sesli okurdu. Bir miktar da Arapça bildiği için evradın bazı sahifelerine gelince duygulanır, içini çekerek onu bitirmeye gayret ederdi Bazen de kendine hakim olamaz dua ederken çocuk gibi sesli sesli ağlamaya başlardı. Öyle ki bizim fakirhane, babamın oturduğu evin iki kat üstürde olmasına rağmen gece sessizliğinde ağlamasını biz bile duyardık. Biz de gizlice duygulanır, içimizi çekerdik ama yine de baba niçin ağlıyorsun diye hiç de soramazdık. Niye soralım ki zaten biliyorduk niye ağladığını. Sorsaydık belki de bir daha sesini duyamazdık. Zira biz de için için babamızla iftihar ederdik. Zaten babam akşama kadar Kur’an-ı Kerimi elinden düşürmezdi. Büyük bir Kuran-ı Kerimi vardı, evde, sedirde hatta balkonda gözlüklerini takar devamlı hatim okurdu. Akşamları da akşam ile yatsı ezanına kadar kulakları duymayan anneme bağırarak, yasin, tebareke ve amme cüzünü okurdu.
Benim babam, derviş bir adamdı.
Ben İhramcızade ismini ilk ondan duydum. Bedreddin Hafız adını da ilk ondan duydum. Bu zat-ı muhteremlerin isimlerini anarken ciddileşir, onlara ait bir şey anlatırken saygılı şekilde anlatır, anlatırken incinecekler diye korktuğunu hissederdik sanki .Bunlarla ilgili pek çok hatıra anlatırdı. Aklımda bir iki tanesi kalmış galiba. Onları sizinle paylaşmak istedim. Zaten ülke çapında bir mürşid olan İhramcızade İsmail Hakkı Hazretleri herkes tarafından iyi bilinmektedir. Hizmetleri de elan takdir edilmektedir. Mezbelelik olan harap Ulu Camiyi bu günkü haline getiren, Hoca İmam Camisini ihya eden hatta İmam Hatip Okulunu memleketimize kazandıran da odur. Yani onun başını çektiği çalışmalarla bunlar ve bunlar gibi bir çok hizmetleri vardır. Herkes tarafından da yeri geldikçe takdir edilmekte ve kendisi daima rahmetle yad edilmektedir. Hülasa kendisi şehrimizin manevi mimarlarındandır. Babam şöyle anlatırdı:
“Yaz günleri ikindi namazından sonra elimde kitabım Alibaba Mahallesini geçer, Tekkeönü tabir edilen yerde
ağaçların altına oturur, derslerime çalışırdım. Oralar hem tenha, hem gölge oluyordu. Benim maksadım da hem gezmek, hem hava almak, hem de yazın sıcak havasından birkaç saat olsun kurtulup, biraz da ders çalışmaktı. İhramcızade İsmail Efendi de yazın bazen müridanı ile birlikte faytonlara biner, biraz hava almak için Tekkeönüne gelirlerdi. Bir yandan çaylar içilir, bir yandan Efendinin sohbetine kulak verilir, bazen de ilahi söylenir, tesbihatta bulunulurdu. Sürmeli diye biri vardı, güzel ilahi söylerdi. Bir gün yine böyle bir piknik havasında Efendi beni gördü ve yanına çağırdı. Ben de onlara katıldım. Sohbetin muhabbetin bir yerinde Efendiye, Sürmeli İlahi söylesin mi diye sordular. O da olur dedi. Sürmeli ilahiye başladı. Başladı ama Sürmeli’nin İlahi diye söylediği sözleri ben yıllar önce Kerem ile Aslı kitabında okumuştum. Aklıma geldi, -Yavu bu Sürmeli de türküyü ilahi diye söylüyor, diye içimden geçirdim. O ara İhramcızade başını kaldırdı, Sürmeli’ye hitaben; -Oğlum Sürmeli bunu değiş, bazıları bunu türküye benzetebilir, dedi.
Bunu bazen bizlere tatlı tatlı anlatırdı. Yine merhum Bedreddin Hafız’ı anlatırdı ve ona da intisab etmişti. Her Perşembe günü dostları gelir, babamı alır hatmeye giderlerdi. Zaten Efendinin evi babamın imamlık yaptığı camiye çok yakındı ve her Cuma namazını da orada kılardı. Bu da babama emsalsiz bir tat verir, O, camiye gelemediği zaman babam üzülürdü. Bilmem belki de bize öyle gelirdi.
Şunu da söylemem gerekiyor ki, Bedreddin Hafız yine böyle bir Cuma Günü, Cuma Namazını kılarken babamın imamlık yaptığı camide rahmetli olmuş, ruhunu burada teslim etmişti. Babam iftiharla Efendinin cenazesinin yıkanmasında bulunduğunu bana bir defa söylemişti.
Benim babam, çok çekingen bir adamdı.
Bilhassa devlet ricali ile bir araya gelmemeye gayret eder,şayet onlarla mecburen bir araya gelirse çok çekingen ve mahcub bir şekilde bir köşede oturur, hiç söze karışmazdı. Devlet dairesine hiçbir şey için bile olsa gitmek istemezdi. Yıllarca ben onun su veya elektrik parası için bile olsa bir devlet kurumuna gittiğini bilmem. Ancak çok mecbur kalırsa gider, oradan da işi bitince hemen kaçarcasına uzaklaşırdı. En son onu bir notere götürdüğümü hatırlıyorum. Bir de maaş almaya bankaya. Bu çekingenlik de, köyde kalırken Tahsildarların sert tutumlarının, jandarmanın sorumsuz davranışlarının payı olduğunu düşünüyorum.
Yine de bazen mecburen devlet ricaliyle bir araya geldiği ve onlarla sohbet ettiği hatta şakalaştığı olurdu. Ben çocuk yaşta bilhassa cami cemaatinden önemli bazı şahısların, babama son derece hürmetkar davrandıklarını görür,yine de babamın onlarla bir araya gelmemeye çalıştığını pek anlayamazdım. Bunun belki genç yaşlarında o zaman Sivas’ın (uzatmalı) Belediye Başkanı Rahmi Günay’la olan bir hatırasının da payı olabilirdi. Bu kısmı anlatmadan geçemeyeceğim. Allah beni affetsin. Rahmetli pek anlatmazdı, ama çok sevdiği yakın dostları, emekli meslektaşları ısrar edip hatta biraz yalvarınca sesini boğazdan hafifce temizler, anlatmaya başlardı:
“Benim Çatalpınar Camiine asil İmam-Hatip olarak atandığımın ilk yıllarıydı. Bir Bayram Namazında namaz kılmadan önce nasıl bayram namazı kılınacağını tarif etmiş, tekbire hazırlanıyordum. Benim tam arkamda Sivas Belediye Reisi Rahmi Günay oturuyordu. Ben namazı tarif ederken başını sallıyordu. Tamam der gibi. Kendisi Hafızdı. Zamanında okumuş, hafız olmuş, dini malumatı olan bir Osmanlı bakiyesi zattı. Zaten hemen her Cuma Günü Cuma namazını bizim camide kılardı. Bizim caminin yakınında halası mı, teyzesi mi bir ihtiyar hanım otururdu. Rahmi Bey de fırsat bulursa her Cuma Günü onun yanına gelir hayır duasını alırdı. Bazen Cuma Günleri erken gelirse rahleyle Kur’an-ı Kerim’i onun önüne koyar, okumasını isterdim. O da beni kıramaz tok sesiyle yüzünden Kur’an okur, biz de zevkle dinlerdik, hakikaten de güzel okurdu. Neyse... Bu bayram da yine ihtiyarla bayramlaşmak için namazını kılıp onun yanına gidecekti zannederim. Ben Bayram Namazını tarif ettikten sonra minbere doğru gayri ihtiyari bir hamle yapınca Rahmi Günay hocam,namazı orda değil burda kılacağız, dedi. Ha ,tamam dedim, namaza tekbir aldım. O ara ben sanki Cuma Namazı kıldırır gibi Fatiha ve Sureyi okuyup, tekbir alıp, bayram namazının zaid tekbirlerini unutarak rükuya eğildim. Eğildim ama baktım arkadan Reis Beyin sesi geliyor, benim duyacağım kadar sesle; -Hocaefendi tekbirleri unuttun. İçimden eyvah dedim, sonra ben de şöyle hafifce boynumu ona doğru çevirip; -He ya hakikaten unuttuk .Sehiv secdesi kurtarır ama şimdi çok kalabalık, şaşıranlar olur, Reis Bey gel biz bu namazı yeniden kılalım, dedim, cemaate küçük bir izahdan sonra namazımızı iade ettik. Namaz bitince cemaate durumu ayrıntılı bir şekilde izah ettik. Ettik ama duyanlar gülmeye, benimle şakalaşmaya başladı. Hatta daha ileri gidip olmamış şeyleri olmuş gibi anlatmaya başladılar. Durum böyle oldu. Fakat ben yine de Müftü Efendi duyacak diye korkuyordum. Birisi yememiş içmemiş Müftü Efendiye olanı biteni anlatmış. Tabi o da biraz gülerek, biraz da kızarak kendine durumu anlatanı bir güzel azarlamış. Herkesin şaşıracağını, herkesin unutacağını, namaz kıldırmanın kolay olmadığını söyleyerek benim iyi bir hoca olduğumu, böyle şeylerin hoş görülmesi gerektiğini hatırlatıp adama yol vermiş. Gene de ben Müftü İbrahim Arıkan Hocaefendi ile karşılaşmamaya gayret ediyordum ama bir gün uzaktan görmüş. Beni çağırdı. Yanına gidip eline vardım, elimi eline alıp sırtımı okşadı, gülerek; -Ne oldu hocaefendi,ne oldu?Dedi. Ben de anlattım, biraz güldü ve bana bakıp ciddileşerek; -Bak Hocaefendi, o caminin imamı da sensin, reisi de sensin, valisi de sensin. Sen oradayken onların esamesi mi olur, ben kimseyi dinlemem. Hiç heyecanlanma böyle şeyler olur, sen canını sıkma, dedi. Dünyalar üzerimden kalktı .Öyle bir rahatladım ki sormayın.”
Tabi bu ve bunun gibi başından geçen, anlatması da güzel, dinlemesi de güzel bir çok hatırası vardı. Burada bu kadarı yeter.
Benim babam, bir aşk adamıydı.
Kutsal Topraklara bir aşk mesabesinde bağlıydı. Devlet Dairesine gitmeye çekinirdi ama Müftülüğe
gitmeye can atardı. Müftülüğe, mübtelası olduğu Kutsal Topraklara gitmek için Hac veya Umreye kayıt yaptırmak üzere sık sık giderdi. Mübtelası dedim çünkü hastalık derecesinde Beytullah tutkunuydu. Oralara aşk gibi muhkem duygularla bağlıydı. Tamamı da emekliliğinde olmak üzere iki defa Hacca gitmiş, altı defa da umreye gitmişti. Bu altı umre içerisinde felçli olan anamı da iki defa adeta sürüyerek Umreye götürmüştü. Bu umrelerden birinde babamın kafile başkanlığını yapan Vaiz Hüseyin Çelik Hocaefendi, hayret ve takdir ifadesiyle bana dönüp,biraz da şakayla; -Yavu sen bu babayı nereden buldun? Diye sormuştu. Ben de, ben onu değil, o beni buldu, diyerek mukabele etmiştim. Onun arkadaşları bu meşakkatli yolculukların ardından babamın sabrını ,metanetini ve aşkını yakından görüp hayret ediyorlar, anneme olan aşırı düşkünlüğüne de şaşırıyorlardı. Cidden babam anneme çok düşkündü. Kendisinden yaş itibariyle bir hayli büyük olan annem, babam emekli olmadan felç olmuş, 25 seneyi aşkın bir süre bu hastalıkla birlikte yaşamış, elinden tutmazsak yerinden kalkamaz olmuştu. Babam bu halde bile annemin yüzüne bakmaya kıyamaz, incinecek diye ödü kopardı.” Siz bunun benim yanımdaki değerini bilemezsiniz”, derdi. “Yine ben yetimken, ben kimsesizken, ben fakirlikle mücadele ederken, bir gün beni yalnız bırakmadı, her fırsatta bana destek oldu”, diyerek anneme doğru bakar, hemencecik gözleri yaşarırdı. Hatta emr-i Hakk ne zaman vaki olur bilinmez ama annemin ölümüne hiç dayanamayacağını düşünür ,bunu da kendi aramızda konuşur, böyle bir şey olursa ne yapacağımızı birbirimize sorardık. Annem otuz yıla yakın hastalık çekti ama ecel önce babama geldi. Annem, babamdan sonra yaklaşık üç yıl daha yaşadı. Her ikisine de Rabbimiz rahmet eyleye. Her ikisi de kendi çaplarında cömertti. Köyümüzde yapılan cami için babamın bir defada ne kadar para verdiğini (küçücük maaşına rağmen) bizzat gördüm. Annemi de yine köyümüzdeki cami için kolundaki bilezikleri vermeye o ikna etmişti. Babamın cömertliğini benim öğrenciliğim bittikten sonra anlamıştım. Bana tam on yıl , her ay para göndermiş, bir ay bile göndermediği olmamıştı. Hem de cüz’i maaşına bakmadan. Şimdilerde duyuyorum bazılarından da nasıl canım sıkılıyor. Bazı varlıklı aileler dışarıda okuyan çocuklarına hiç para göndermezlermiş.
Benim babam, bir kanaat adamıydı.
Gençliğinde dişinden tırnağından artırdığı paralarla iki oda bir sofa bir kerpiç evde kanaat içinde yaşıyordu. Sonra abimin ısrar ve yardımları ile yaptırdığımız küçük betonarme ev, ona bir saray yavrusu gibi gelir, daha bir yere çivi bile çakmak istemezdi. Burası bana yeter, burası beni öldürür diyerek, dünya için masraf etmeyeceğini ima ederdi. Yıllarca önce şehre yerleştiği halde, hiçbir yere yatırım yapmamış, bize de kulak asmamıştı. Oysa o zamanlar bizden biraz ilerideki arsalar, kuruş hesabıyla satılıyordu ve babamın da böyle ucuz yerleri alacak kadar zannediyorum gücü vardı. Şimdi oraların fiyatları dudak uçuklatıyor. Ben bir gün babamın; -Keşke şunu yapsaydım, şöyle olurdu, bunu yapsaydım zengin olurdum, dediğini duymadım. Onun öyle taşa toprağa verilecek parası yoktu. O parasını, yıllar sonra defalarca Kutsal Topraklarda değerlendirmişti.
Benim babam, bir vefa adamıydı.
Dostlarına, sevdiklerine sonuna kadar inanır, eğer bir defa birinden iyilik görmüşse, onu mümkün değil unutmazdı. Babasını sevdiği birinin mahdumunu da severdi. Bize ne kadar ciddi davranırsa, dostlarına da aksine o kadar müşfik davranırdı. Babamı sevenler onun çok otoriter biri olduğunu katiyyen düşünemezlerdi. Rahmetli annem, ben çocukken babamdan müthiş derecede çekinir, onun geleceği zamanlar çok telaşlanırdı. Ablalarıma hitaben, bazen; -Kızlar çabuk babanız şimdi gelir,veya, –Aman oğlum baban duymasın, gibi cümlelerle adeta bizi kendi çekindiği kadar etkilemeye çalışırdı. Bu durum her ikisi de yaşlanınca tam tersine döndü.
Benim babam bir insan evladıydı.
Benim babamın da zaafları vardı, hataları vardı. Ama o benim babamdı. Şüphesiz sizin bir çoğunuzun babası da böyledir. Saygı duyar onların da ellerinden öperim. Benim babam tertemiz bir gençlik geçirmiş yokluğa fakirliğe rağmen bir gün isyan etmemiş, onca insanla bir arada olmasına rağmen bilerek hiç kimsenin hakkını yememişti. Görevlerinden bir gün kaçmamış, durup dururken doktorlara taşınıp raporla maporla zamanını geçirmemişti. Hatta şimdi bile titreyerek hatırlarım; “Yeni okuldan mezun olup mecburi hizmet için başka bir şehirde göreve başladım. Bir müddet sonra ebeveynimi ziyarete geldim. Babam iznimin ne zaman biteceğini bildiği halde bana sordu; -Oğlum,ne zaman gideceksin? Ben de lakayıt bir şekilde, -Baba hele birkaç gün kadar buralardayım. Gidip birkaç gün rapor alacağım, dedim. Babam oturduğu yerden hafifce bana doğru meylederek.-Niye, hasta mısın? Dedi. Ben de –Yok baba hasta değilim ama iznim yok onun için rapor alacağım, deyince babam celallendi, - Ben şu kadar yıllık görevliyim,hasta olduğum halde bu güne kadar hiç rapor almadım da sen Allah'tan korkmadan, hasta olmadığın halde nasıl rapor alacaksın? deyince ben dondum kaldım. Daha hiçbir şey söyleyemedim. Anneme valizimin yerini sordum, ellerini öperek yavaşça kapıdan sıvıştım. Kendime geldiğim zaman tren istasyonuna varmıştım bile. ”Hakikaten emekli olduktan yıllar sonra bile Sağlık Karnesine baktım ki hiçbir gün doktora gitmemiş. Benim babam böyle bir adamdı. Maaşının bereketine şaşardım. Bir çok emekliler geçinemez, dert yanarlardı,o ise gelecek yıl Allah izin verirse diyerek, yine umre için hazırlıklara başlardı. Ama sadece kendi parasıyla.
Yıllar önce Erzincan’da Yaşar Efendi diye birini tanımıştım. Yokluktan dolayı Gümüşhane’nin Kelkit İlçesinin bir köyünden Erzincan’a göçmüş, bir iki parça tarlanın başını bekliyordu. Bir gün babasından bahsederken bana dönüp, - Babam keşke sağ olsaydı da, iki gözü kör olarak aha şurada otursaydı, demişti. Ben o zamanlar şaşırmıştım. Adamcağız babasına verdiği değeri öyle ifade edebiliyordu. Ve babasızlık adamcağızın canına tak etmişti. Babanın, annenin kıymetini insan kaybettikten sonra anlıyor ama iş işten geçiyor. Yıllar sonra benim ahbabım Yaşar Efendinin eşiyle birlikte son Erzincan depreminde öldüğünü duydum. Ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz?
Ben de zaman zaman şu Sivas’ın ıssız dağlarına çıkıp babama hasretimi haykırasım geliyor. Ama biliyorum ki sesimi herkese duyursam bile babama duyuramayacağım.
Yalnız bir şeyle müteselli oluyorum. Ola ki babacığım, canından çok sevdiği Peygamber Efendimizin yanına gider de oralarda otururken, beni perişan bir halde görürse, belki elimden tutar, belki elini bana da uzatır diye ümid ediyorum ve ancak böyle teselli buluyorum.
Ne de olmasa (layık olamasam da) onun evladından biriyim.
KASIM DEMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder